Ey cebi dolular, yüreği boşlar,
Ey servet delisi, köhne nahoşlar,
Ey gayret damarı kesik alçaklar,
Kendisini beğenen iddialılar,
Gören olacak mı sömürdüğünüz,
Bu millet kanından doyan gününüz?
İnişli-çıkışlı davranışların, tenakuzların sebebi davasına inanmamaktır. Bocalamalar inançsızlıktan doğar. Felsefelerini “dün başka, bugün başka” sözcüğünde temellendiren eyyamcıların elleriyle hazin bir çizgiye getirildiğimizi nasıl unutabiliriz?
Damarlarındaki asil kana pranga vurulan Türk; esarete mahkûm edilmiştir. Başkalarının dikenlerini almaya giderken hep kendi güllerimizi çiğnedik. Yürekleri ve beyinleri dışardan destekli bir kısım aydın ve milletin kaderini elinde tutan beyler, kerameti; başkalarının kendi inanç sistemleri ve kültürel öğeleri dikkate alınarak kendi milletleri için kurdukları birliklerde arar oldular.
Bugün AB yolunda Türk’ü Türk yapan değerler bir bir hasıraltı yapılmıştır. Esasen AB bugün bahsedildiği ve ya zannedildiği gibi 20.yy.da kurulmuş bir medeniyet projesi değil, temelleri 30 Mayıs 1453’te atılmış, yönetim ve devlet felsefesini Roma’dan alan, dini Hıristiyanlık olan bir oluşumdur. Tarihimizin yönünü değiştirecek, yaklaşık bütün kültürel unsurlarımızda dönüşümlere ve değişimlere sebep olacak, geniş kapsamlı derin içerikli bir girişim. Bugün geldiğimiz noktada böyle bir oluşumun içinde yer almak için alınacak kararlar birkaç kişinin inisiyatifine terkedilmiştir. Ne hazindir ki AB konusunda bugüne kadar, kararlar verilirken hiçbir akademik araştırmaya, hiçbir stratejik enstitünün görüşüne başvurulmamış, Türkiye Büyük Millet Meclisine sonradan sadece bilgi verilmiş, geniş tabanlı danışmalarda bulunulmamıştır.
AB’nin 4 Haziran 2003 tarihinde çıkardığı kanunda; Lazlar, Kürtler, Çerkezler azınlık olarak kabul edildi. Halbuki Lozan’da bunlar Türk olarak kabul edilmişti. AB Türkiye’yi diğer aday ülkelerden ayrı bir statüye koymuştur. Bu statü AB’ye hiçbir zaman giremeyeceğimiz anlamına gelmektedir. AB Türk milletine gerçek manada gösterilmemiştir. Gerçekler saklanarak, bir ütopyalar dünyası kurtuluş çaresi olarak sunulmuştur. Aday adayı diye bir statü yoktur. Türkiye AB kapısına bağlanmıştır, ne içeri alınıyor ne de kapıdan kovuluyor. Çünkü Türkiye yönünü doğuya dönerse bütün hesaplar altüst olacak, Türk ve İslam âlemi ile ezilen milletlerin kaderi Türkün Liderlik, hoşgörü ve devlet tecrübeleriyle değişecektir. Türk milleti 200 senedir Avrupa kapılarında süründürülmektedir. AB Türkiye’nin tarım potansiyelini çökertmiştir. AB’nin izni olmadan Türkiye diğer devletlerle ticaret işbirliği, serbest ticaret sözleşmesi yapamıyor. Yani Kazakistan’dan mal alıp mal satamıyoruz. Türkiye ermeni soykırımını kabul etmeli, PKK ve diğer kürt örgütlerinin şiddet dışındaki eylemlerine destek verilmeli, Türkiye güneydoğudaki PKK’ya karşı yaptığı operasyonları durdurmalı, Kostantinapol’de Fener rum patrikhanesinin önü açılmalı ve mal edinme hakları verilmeli… bay ( ŞEREFSİZ ) öcalana verilen ceza ise şiddetle kınanmaktadır. AB’nin aldığı kararlar ve içyüzü kısaca bu.
AB niyetini Türkiye’ye uyguladığı dayatmalarda açık ve net bir şekilde göstermiştir. Ama nedense AB yandaşları (kapıkulları) ; Kıbrıs, Ege, Üniter yapı, Bizans’ı canlandırma çalışmaları, sözde Ermeni soykırımı dayatmaları, bağımsızlığımız, Fener Rum patrikhanesi ve ekümenlik istekleri, misyonerlik, sözde kürt sorunu( pkknın siyasallaşma çabaları) gibi konulardaki AB dayatmalarını hasıraltı yapıyorlar. AB’yi ütopyalar dünyası gibi göstermeye çalışanlar, AB üyeliğinin bu duyarlı sorunları nasıl etkileyeceği üzerinde durmuyorlar. Sanki reddeden, karşı çıkan varmış gibi sadece insan hakları ve demokrasi üzerinde duruyorlar. İşin acı yanı AB üyeliğinin bizi bu alanlarda geliştireceğini, eğiteceğini sanıyorlar. Türk Milleti ne zaman bu konulardaki hassasiyetini belirtse, suni gündemler oluşturarak milletin dikkatleri başka yerlere çekilmektedir. Sivas kongresi sırasında benzer fikirler “manda” başlığı altında tartışılıyordu. Bu da tarihin bir kez daha tekerrürü demektir.
Türk her zaman Avrupalı için “öteki” (hasım) olmuştur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bize kazandırıp emanet ettiği, Millet egemenliğine dayalı, tam bağımsız Cumhuriyetimizi Avrupalı medeniyet fukaralarının yetki ve insafına bırakmak bana sorarsanız ahde vefasızlıktır.
Bizim bizliğimiz gitti büsbütün
Nerede azamet, nerede gurur?
Dünyaya hükmeden koca Türk bugün
Batının hükmüyle oturur durur
Allah(cc)’ın sevdiği Hz. Peygamberin övdüğü Kaf dağının ardındaki büyük kahraman Türk; dün hâkim olduğu, dizliye diz çöktürdüğü, başlıya baş eğdirdiği, medeniyet fukarası ucubelere medeniyet götürdüğü topraklarda ve tarih sahnesine çıktığı Orta Asya da hiçbir söz hakkına sahip değildir. Bugün emperyalist devletlerin toplum mühendisleri eliyle ortaya konan projelerde sadece bir figüran rolünü üstüne almaktadır. Türk’ün yaşadığı topraklar binlerce medeniyeti tarihin tozlu raflarına bir bir dizerken, tarih yeniden yazıldı ve tarihi Türk yazdı. Bu topraklarda var olmak güçlü olmayı gerektirir. Hiçbir zaman bir düzenin parçası olmamış Türk Milleti, kendi düzenini her zaman kendi kurmuştur. Asil atalarımız Ergenekon’dan etraflarını saran demir dağları delerek tarih sahnesine yeniden çıkıp, yeryüzüne adaletle hükmetmeyi şiar edinmişlerdi.
Ve sen ey gençlik daha nereye kadar geriye çekileceksin! Sana biçilmiş olan kefeni ne zaman yırtacaksın. Milli ve manevi hassasiyeti yüksek Türk Milleti! Yarın tekrar doğması mümkün “açmazlardan” bugün alınacak kanuni tedbirlerden ziyade, senin hasbi ve namuskâra-ne müdahalenle kurtulabiliriz. Titre ve kendine dön!
Ne Mutlu Türk’üm Diyene!
Ne Mutlu Yavuz’un Hiddetinde Yunus Olabilene!
17 Ekim 2010 Pazar
Kanayan Yaram Olsa Gerek!
Ey Lefkoşe, kalmış bize ancak bir ucun;
Gitmiş yarıdan fazlası on bir burcun…
Elden çıkacak yavaş yavaş eldeki de
Gülmezse bugün yarın mukadder yolcun.
Rüzgarın uğultusu gecenin karanlığına musiki tadı katıyordu. Kimsesiz kaldırımlarda tek başınalığın tadını çıkarırcasına yürüdü. O yürüdükçe kaldırımlar büyüyor, yol alabildiğine uzuyordu. Karanlık ruhunu kaplarcasına bütün etrafı sarmış, onu tarifi mümkün olmayan duygular içerisinde geçmişin o izbe köşelerine doğru sürüklemenin tadını çıkarıyordu. Geçmiş; çok uzak bir kavram değildi onun ruhuna. Sanki o anları tekrar tekrar yaşarmışçasına bütün bedeni akıl almaz bir biçimde titriyordu. Sahi ne olmuştu, onun ruhunda bu kadar derin izler bırakan neydi?
Ardı arkası kesilmeyen sorular sigarasının dumanında bir bir kayboluyor, sonra her nefeste tekrar bütün ruhuna doluyordu. Daha ne kadar devam edecekti bu sonu meçhullerle biten düşünceler. Kader en acı oyununu ona mı oynuyordu? En çokta karanlığı seviyordu ve kimsesiz kaldırımları. Bir tek onlar anlıyordu ızdırabını, çünkü aynı kaderi yaşıyorlardı. Gecenin bitmesini hiç istemiyordu. Güneş etrafı aydınlatırken onun ruhunu karartıyor çilelerin en büyüğünü ikram etmenin sevinciyle bütün insanları neşelendiriyordu. Bir ara kadınını hatırladı ve aslan parçası oğlunu…
"Gül bahçelerinde vardı gülden bir kız
Duydum, ki güzel düşüyle kalmış yalnız!
Ey Kıbrıs’a yollanan uçaklar, benden
-Allah için olsun-ona-bir gül atınız! "
Onları ne zaman hatırlasa topal bacağı ve kopan kolu kabus gibi bütün ruhunu ilmik ilmik sarıyor, göz pınarları çağlayanlara inat akışların en güzeliyle yanaklarından toprağa bir bir akıyordu. Ne yapıyorlardı acaba, belkide cennetten onu izliyorlardı, kim bilir belki de Allah’a dua
ediyorlardı onun için. Oğlunun kanlar içerisindeki körpecik bedenini hatırladı ve saçlarına dokunmaya kıyamadığı, gözlerine bütün dünyayı feda edebileceği yarini…
Savaş biteli otuz yıl olmuş, fakat Mehmet Çavuşun içindeki savaş hala bitmemişti. Kollarında kaç tane aslan can vermişti. Kaç yürek yangını ruhunun bütün izbe köşelerini sarmıştı. Anavatanı, Anadolu’yu ölmeden önce bir görsem diye geçirdi içinden… Acaba orada ki insanlarda bu kadar vurdum duymaz olan bitenden habersiz miydi? Neydi bu insanları bu kadar değiştiren. Sanki o kabus gibi anları bu millet yaşamamıştı yada yaşayanlar bunlar değildi. Vatan, Bayrak ve Hürriyet için Urumla savaşılmamış mıydı, katliamlara son vermek için binlerce yiğit toprağa girmemiş miydi? Bütün bunlar nasıl unutulur aklı almıyordu. Neden bu insanlar ona düşman gibi bakıyorlardı, bir kolunu ve bacağını onların geleceği için vermiş olması suç muydu? Bir şeylerin yanlış gittiğini biliyordu, ama yanlış olan o muydu yoksa geçmişini unutup heva ve heves uğruna Vatan denen nazlı gelini pazarlayanlar mı? İçinden çıkılmayacak derecedeki soru yağmuru Ezan sesiyle duruldu. Sabah namazını kaçırmamak için adımlarını hızlandırdı. En huzurlu olduğu an bu an olsa gerek. Camide kimse kalmamıştı ondan başka. Nasırlı ellerini semaya açmış duaların en güzelini Rabbine ısmarlamanın huzuruyla yavaş yavaş oradan ayrıldı. "Artık ne sefer var, ne zafer talibiyim
Madem ki şu hür ülkelerin sahibiyim…
Lakin bana söyleyin ey çocuklar;
Kendi yurdumda, neden, böyle misafir gibiyim "
Gitmiş yarıdan fazlası on bir burcun…
Elden çıkacak yavaş yavaş eldeki de
Gülmezse bugün yarın mukadder yolcun.
Rüzgarın uğultusu gecenin karanlığına musiki tadı katıyordu. Kimsesiz kaldırımlarda tek başınalığın tadını çıkarırcasına yürüdü. O yürüdükçe kaldırımlar büyüyor, yol alabildiğine uzuyordu. Karanlık ruhunu kaplarcasına bütün etrafı sarmış, onu tarifi mümkün olmayan duygular içerisinde geçmişin o izbe köşelerine doğru sürüklemenin tadını çıkarıyordu. Geçmiş; çok uzak bir kavram değildi onun ruhuna. Sanki o anları tekrar tekrar yaşarmışçasına bütün bedeni akıl almaz bir biçimde titriyordu. Sahi ne olmuştu, onun ruhunda bu kadar derin izler bırakan neydi?
Ardı arkası kesilmeyen sorular sigarasının dumanında bir bir kayboluyor, sonra her nefeste tekrar bütün ruhuna doluyordu. Daha ne kadar devam edecekti bu sonu meçhullerle biten düşünceler. Kader en acı oyununu ona mı oynuyordu? En çokta karanlığı seviyordu ve kimsesiz kaldırımları. Bir tek onlar anlıyordu ızdırabını, çünkü aynı kaderi yaşıyorlardı. Gecenin bitmesini hiç istemiyordu. Güneş etrafı aydınlatırken onun ruhunu karartıyor çilelerin en büyüğünü ikram etmenin sevinciyle bütün insanları neşelendiriyordu. Bir ara kadınını hatırladı ve aslan parçası oğlunu…
"Gül bahçelerinde vardı gülden bir kız
Duydum, ki güzel düşüyle kalmış yalnız!
Ey Kıbrıs’a yollanan uçaklar, benden
-Allah için olsun-ona-bir gül atınız! "
Onları ne zaman hatırlasa topal bacağı ve kopan kolu kabus gibi bütün ruhunu ilmik ilmik sarıyor, göz pınarları çağlayanlara inat akışların en güzeliyle yanaklarından toprağa bir bir akıyordu. Ne yapıyorlardı acaba, belkide cennetten onu izliyorlardı, kim bilir belki de Allah’a dua
ediyorlardı onun için. Oğlunun kanlar içerisindeki körpecik bedenini hatırladı ve saçlarına dokunmaya kıyamadığı, gözlerine bütün dünyayı feda edebileceği yarini…
Savaş biteli otuz yıl olmuş, fakat Mehmet Çavuşun içindeki savaş hala bitmemişti. Kollarında kaç tane aslan can vermişti. Kaç yürek yangını ruhunun bütün izbe köşelerini sarmıştı. Anavatanı, Anadolu’yu ölmeden önce bir görsem diye geçirdi içinden… Acaba orada ki insanlarda bu kadar vurdum duymaz olan bitenden habersiz miydi? Neydi bu insanları bu kadar değiştiren. Sanki o kabus gibi anları bu millet yaşamamıştı yada yaşayanlar bunlar değildi. Vatan, Bayrak ve Hürriyet için Urumla savaşılmamış mıydı, katliamlara son vermek için binlerce yiğit toprağa girmemiş miydi? Bütün bunlar nasıl unutulur aklı almıyordu. Neden bu insanlar ona düşman gibi bakıyorlardı, bir kolunu ve bacağını onların geleceği için vermiş olması suç muydu? Bir şeylerin yanlış gittiğini biliyordu, ama yanlış olan o muydu yoksa geçmişini unutup heva ve heves uğruna Vatan denen nazlı gelini pazarlayanlar mı? İçinden çıkılmayacak derecedeki soru yağmuru Ezan sesiyle duruldu. Sabah namazını kaçırmamak için adımlarını hızlandırdı. En huzurlu olduğu an bu an olsa gerek. Camide kimse kalmamıştı ondan başka. Nasırlı ellerini semaya açmış duaların en güzelini Rabbine ısmarlamanın huzuruyla yavaş yavaş oradan ayrıldı. "Artık ne sefer var, ne zafer talibiyim
Madem ki şu hür ülkelerin sahibiyim…
Lakin bana söyleyin ey çocuklar;
Kendi yurdumda, neden, böyle misafir gibiyim "
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)