7 Kasım 2010 Pazar

Türkçe-siz Türkçe

“Ey bugünü dilim-dilim
Parçalanan anadilim
Kapıların arkasında
Boynu bükük kalan dilim
Var iken yok olan dilim
Ayaklarda kilim, dilim
Savaşlarda bir kahraman
Barışlarda helim dilim.”

        Dil, insan guruplarını bir araya getirip milletleştiren en önemli etmendir. Bir milletin varlığı kültür ve edebiyatına bağlıdır. Bunların temelinde de dil vardır. Bu bağlamda dil, bizim varlık sebebimizdir; çünkü biz kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşuruz. Maddi ve manevi kazanç kapılarımızı ancak dille açabiliriz. Peki bu kadar elzem bir varlık olan dil, bizim için ne ifade ediyor? Bizi ezelden ebede kadar bir millet halinde koruyan, birbirimize bağlayan, ortak bir paydada birleştiren kültürümüze ve bunun taşıyıcısı olan dilimize yeteri kadar sahip çıkıyor muyuz?
            İtiraf etmeliyiz ki milletçe çalışmayı, üretmeyi sevmez olduk; kültürümüzden uzaklaştık. Yabancıların hayat tarzını benimsemek, onların bilgilerini baş tacı etmek, buluşlarıyla geçinmek gibi kötü bir geleneği benimsedik. Başta anadilimiz olmak üzere değerlerimizi bir bir yok ediyoruz. Orta Asya Türk devletleriyle yaptığımız dil toplantılarında bile İngilizceyi tercih ediyoruz. İçinde bulunduğumuz bu tablo bütün çıplaklığıyla ortadadır.
            Hiç şüphesiz; bilim ve teknik alanındaki gelişmeler dünyayı küçültmüş, milletler arası ilişkileri hızlandırmıştır. Bu oluşumun dışında kalmamız mümkün değildir. Bu oluşum; milletin dilinden, kültüründen vazgeçmesini gerektirmemektedir. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın eğitim, bilim ve kültür kuruluşu UNESCO, her milletin kendi anadilini ve kültürünü koruması ve yaşatması ilkesini kabul etmiş, bu özelliğin dünyayı zenginleştirdiğini belirmiştir. Milletler, birbirlerinin kültürel değerlerini tanıyacaklar, bilim ve teknik gelişmeleri paylaşacaklar; ancak hiçbir ülkenin kültürel sömürgesi haline gelmeyeceklerdir.
            Türkiye’de tam tersi bir durum söz konusudur. Dün Arapça ve Farsçanın etkisinde bırakılan dilimiz, bugün de batılı dillerin, özellikle de İngilizcenin baskısı altındadır. İçinde bulunduğumuz asrın son çeğreğinde İngilizcenin Türkçeyi tehdit eder duruma gelmesinin sebepleri; ABD’nin dünyada büyük ekonomik ve siyasal güç haline gelmesi, İngilizce öğretimin yaygınlaştırılması, Türk aydın tipinin yozlaştırılması ve medyanın anadil bilincinde olmaması olarak sıralanabilir. 1998 yılında Türk Dil Kurumu’nca bastırılan ve 60152 kelime ve türevinden oluşan sözlükteki yabancı kökenli kelimelerin sayısı 14224. Bu sayı gün geçtikçe artmaktadır. Bugün Türkçe, dünyada en çok konuşulan beşinci dil durumundadır. Buna rağmen biz bu dili, uluslar arası toplantılarda anında çeviri yapılacak diller arasına bile sokamamışız. Bizim kendi dilimize saygımız yok, yabancıların neden olsun ki? Aydınlarımız, konuşmalarının arasına İngilizce kelime sokmazlarsa bilgisiz görüneceklerini sanıyorlar. Türkçemiz kan ağlıyor. Bugün yabancı kelimeler, konuşma dilinden şarkılara, reklamlardan tabelalara kadar hemen hemen her alanda hayatımızı işgal etmiş durumdadır. Ne acıdır ki, bu iş de resmi kurumlarımızda resmi görevlilerimizin eliyle yapılmaktadır. Diline özen göstermeyen her tabakadan insanımız, fütursuzca kelime katliamı yapmaktadır. “Duvarı nem, yiğidi gam yıkar” derler. Bizi de güzel Türkçemizin içler acısı hali gamlandırıyor, yıkıyor. Bugün Türkçemiz öz vatanında garip düşmüş, horlanmış, küçük düşürülmüş durumdadır.
            Türk Milleti!
            Türkiye senin tarihi, Türk Dili de senin manevi vatanındır. Onun içindir ki; Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK: “Ülkesini ve yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır” diyerek dilimizi korumayı vatan ve istiklali korumakla bir tutmaktadır. Dil yaşadıkça millet yaşar.
            Bütün bunlara rağmen bu kahır yollarının bir gün biteceğine yürekten inanarak, Türkçe Düşünüp, Türkçe konuşalım. Ümidimiz Türkçe olsun.

ALİ YETGİN  2003

Ey Gönül!

Ey gönül!
Nedir derdin, uslanmaz mısın sen hiç?
Küçükken kanayan dizlerimden daha çok kanar oldun.
Sığmaz oldun hiçbir bahara

Biraz daha sabret gönül,
dur biraz dinlen,
şu sessiz yığına kulak ver,
vakit yakındır,
dün gitti, yarın yok ama bugün senindir..

YARINLARA FİKREN HAZIR OLMAK

His yok, hareket yok, acı yok taş mı kesildin?
Hayret veriyorsun bana, sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin ne için böyle süreksiz,
Kendin mi yoksa ümidin mi yüreksiz?

Alemde ziya kalmasa halk etmelisin halk,
Ey elleri böğründe kalan adam kalk.

Merhum Mehmet Akif’in asırları yırtacak olan bu sesini, duyamaz hale gelmiş, yalnız kulakları değil, vicdanları da sağırlaşmış olanların hayıflanmaya bile hakları yoktur. Bugün içinde yaşadığımız zamanın insanını şu şekilde tasnif etmek, bilemeyiz yanlış mı olur?
            -“Benden sonra tufan” diyen muhterisler
            -“Dünya yansa hasırım yok” diyen gamsız ve davasızlar.
            - Maddeyi ilahlaştırmış, Allah, Vatan ve Millet kaygıları tükenmiş yaratıklar.
            - Vatanları için yanıp tutuşan fakat imkansızlıkları ve mücadele metotlarını bilmemeleri sebebi ile ezilen mazlumlar.
            Bu ne hazindir ki, bir kısım vatanseverin bizden önce fikirlerini ve inançlarını aksiyon haline getirmiş olmalarını bile yadırgıyoruz. Yakın geçmişte fazileti-rezilete, samimiyeti-riyaya, manayı-maddeye, asil’i-türediye değişe değişe felaketli bir noktaya gelmiştik. Allah milletimizi aynı hatalara düşmekten korusun.
            Göz boyamayı esas olarak seçmiş aydınlar arasında bu memleketin mana mimarlarını imal etmek mümkün mü? Hasta ruhlar üzerinde bir şifa rüzgarı olarak esebilmek için, fikri ve ahlaki salabete ulaşmış olmak zaruri değil midir?
            İnişli çıkışlı davranışların, tenakuzların sebebi davasına inanmamaktır. Bocalamalar inançsızlıktan doğar. Felsefelerini “dün başka-bügün başka” sözcüğünde temelleştiren eyyamcıların elleriyle hazin bir çizgiye getirildiğimizi nasıl unutabiliriz? Taşı, tuğlayı üst üste, kiremidi çatıya yerleştiren mimarlardan önce, ruhlarda metanet yaratacak mana mimarlarını arayalım. Evet maksadımız siyaset yapmak değildir. Hücumlarımız, kendilerini aydın sandıkları halde, toplumda meydana gelmiş fikir ve inanç boşluğunu doldurma cehti olmayanlaradır.
            İnsanları, rüzgarların getirdiği güçlerine göre değil, ahlaki ve fikri takatlarına göre değerlendirebilmek için gerçekten inançlı insan olabilmek gerek. Her adımında ikbali ve şahsi faydayı gözeten adam, teşekkül etmiş bir vicdana sahip olabilir mi? Bir kısım aydınlarımızın vicdanları köstekli, kültürleri dış kökenlidir. Görünen görünmeyen bütün kuvvetler onları cenderesine almıştır.  Vicdanı ve irfanı köstekli bir pranga mahkumudur. Şakırdatarak sürüklediği zincir, ikbal ve menfaat ihtirasının zinciridir.
            Milli ve manevi hassasiyeti yüksek Türk aydını!
            Yarın tekrar doğması mümkün ” açmazlardan” bugün alınacak kanuni tedbirlerden ziyade, senin hasbi ve namuskarane müdahalenle kurtulabiliriz. Sapık ideoloji hastalarına, milli ve manevi değerlere dönüş ihtarını yapacak olan sizlersiniz. Rüzgarın uçurduğu çadırı kazığa bağlar gibi, onları Türk’ün ruh kökenine siz bağlayacaksınız. Şimdiden bu vazifeleri kabullenmeli ve yarınlar için fikri hazırlık içerisinde olmalısınız.
            “Sahipsiz olan memleketin batması haktır,
             Sen sahip olursan bu memleket batmayacaktır.”

ALİ YETGİN 2006

23 Ekim 2010 Cumartesi

Eceline Susamış Köpek, Devlete Bey Gerek Bey!

Türkler tarih sahnesinde -o dönemden kalan efsane, destan ve kitabelerden anlaşıldığı kadarıyla- ilk görünmeleri karizmatik kahramanların teşkilatlandırdıkları topluluklarla olmuştur. Oğuz Kağan, Kültigin Kağan, Mete han, ya da Kürşad ismi aynı zamanda bir milleti anlatıyordu. Bir toplumu ya da halkı bir "bey" temsil ediyordu. Türk ananesine göre Bey (hakan) milletin atasıdır. "Yedi evliya kudretine sahiptir. Devlete ve onun müesseselerine karşı isyan, en büyük günahtır. O toplumu düşmanın esaretinden, açlık ve sefaletinden kurtaran bir efsanedir. Kutadgu Bilig’de: Türk Hakanına hitaben "Bet sen bu makamı kendi gücün ve isteğin ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi" diye yazmaktadır. Bu anlayışta Tanrı tarafından Kut; kısmet ve bilgelikle donatıldığı için kişi devletin başına gelebilmekteydi. Açlarını doyuran, çıplaklarını giydiren, düşmanlarından onları koruyan ve hatta onları refah içinde yaşatan "Bey’di. Bey demek millet     demekti.
Tarihi süreç içerisinde Türk Devleti ve imparatorlukları ise belirli Türk "boy"larına dayalı olarak tarihteki yerlerini almışlardı. Beylerin şu veya bu biçimde zayıflaması, esir düşmesi ya da ölmesi durumunda "boy"lar milleti temsil etmeye başlamışlardır. Bir boyun diğer boyları denetim altına alması ile toplumsal sükûn ve istikrar yeniden avdet etmekteydi. Boylar arasında vuku bulan ve yönetimde egemenlik, nüfuz ve etkinlik sağlama mücadelesinin günümüze kadar uzayan kalıntıları hala canlıdır. Türk boylarının birçoğu o zamanlar ayrı ayrı il tutmuş ve kendilerini diğerinden farklı göstererek meşruiyet sağlamak için de farklı simgeleri hatta aynı dilin farklı şivelerini farklılıklarının bir işareti olarak kullanmışlardır. Bugün Orta Asya’da birbirine komşu Türk boylarının ayrı bayrak ve farklı yönetim altında toplanmalarının sebeplerinden birisi de budur. Manası, Köroğlu ‘su, Mevlana'sı, Dede Korkut’u, Yunus'u, Yesevi'si, inancı ve peygamberi aynı, yani kültürü bir fakat bayrağı farklı Türk toplulukları bu anlayışın ürünüdürler.
Boylar çoğu zaman büyük mücadelelerin sebeplerini teşkil etmişlerdir. Timur, Şah İsmail, Uzun Hasan, Karamanoğulları, vb. Boy mantığı ile hareket etmenin faturasını milletlerine ödetmişlerdir.
Türk milleti kuşkusuz onlarca devlet kurmuştur. Bugün Cumhurbaşkanı forsundaki yıldızlar Türkler’ in tarihte kurduğu devletleri simgelemektedir. Ancak devlet kurmak ayrı şey, devlet yönetimine egemen olmak ise daha ayrı şeylerdir. Çoğu insanlar parayı elde eder ama onu kullanamaz. Hatta çoğu insan kendi parasının uşağı haline bile gelebilir. İşte Türkler de tarihte birçok devlet kurmuşlardır.
Tarihi süreç içerisinde sosyolojik açıdan "millet" ya da "soy"a dayalı olarak kurulan devletlerden en önemlisi Türkiye Cumhuriyet'i devletidir. Günümüzde Türkler bey ve boy ile değil "millet" gerçeğiyle dünya milletleri arasında olduğu yeri almışlardır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk’ü kaderine hâkim kılmış ve Türk’ü devlet yapmıştır. Bu yüzden yaklaşık 90 yıldır İngilizler Türk’ü, İslam’ı, Anadolu’yu, Ortadoğu’yu ve Orta Asya'yı okumakta, yazmaktadır. Çünkü “Güneş Batmayan İmparatorluk” Çanakkale’de ağır hasar almış, Sakarya’da ayaklarından budanmıştır. Bohça dikiş tutmamaktadır. Bu ağır hasara okyanus ötesine rabıtayla bağlı olanlar yama     olamazlar. Bu ağır hasara, Kürt Teali Cemiyetinin ardılı danışmanları, İngiliz Muhipler Cemiyeti artıkları, Barzaniler, Talabaniler, merhem olamazlar, yama olamazlar. Bu günler de tıpkı 1914’le 1923 arasında olduğu gibi, vatanlarını, bayraklarını, ordularını ve dinlerini satılığa çıkaran korkak ve pısırık tüccarlar göreceksiniz.
Devlet yönetmek her kişinin değil Bey kişinin işidir. Hele ki bu devlet Türk’ün devletiyse Bey gibi bakmak, Bey gibi görmek, Bey gibi yönetmek zorundasınız.
2000’li yıllara gelirken Apo denen bebek katili yakalandı veya teslim edildi. Aradan geçen zaman zarfında bilinçli bir propaganda ile gizliden gizliye Kürtçülük aşılandı , .Kürt milliyetçiliği sistemli ve düzenli bir şekilde halkın nabzına yavaş yavaş verildi, tabi bunu yaparken yazılı ve görsel basını da unutmamak gerekir, her kanalda çıkan Kürt dizileri, ana dilde eğitim propagandaları, doğuda iş yok aş yok feryatları, acıtasyonlar, doğudaki Marksist ve komünist yapıların Kürtler üzerindeki toplum mühendisliği...gündüz Diyarbakır da turist gibi gezen, gece dağlarda eğitim veren ABD istihbarat örgütü ajanları...PKK’lı teröristlerin ailelerinin bilinçli iskan politikaları...tartışma programlarında TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN üniter yapısının tartışılması...buna oy kazanma içgüdüsüyle bilinçli veya bilinçsiz çanak tutan siyasi oluşumlar...AB ve ABD’nin dayatmaları...bütün bunlara rağmen Türk demenin ve Türk milliyetçiliğinin öcü gibi, bölücülük gibi gösterilmesi ne yaman çelişkidir. Kurucu unsurları yüzde yüz Türk, bu topraklarda yaşayan unsurların %95’i TÜRK olduğu halde.

Ve gelinen nokta;
Mersin’de bayrak yırtacak kadar Türk milletine ve onun şerefli değerlerine karşı duyulan nefret...
Trabzon'daki provokasyon (burası bir araştırma sonucu seçilmiş bir yerdir, Türk milletinin nabzını ölçmek için yapılmış bir provokasyondur, aktörlerimiz (eylemci masum gençler) toplum psikolojisi ve şehir savaşları hakkında eğitimli dhkp-c militanı Marksist-komünist çete üyeleri). Doğu illerimizdeki terörist leşlerinin cenazelerinin birer mitinge dönüştürülmesi, paçavraların sokaklarda bayrak diye sallanması, Türk bayrağına karşı yurdun her yerinde PKK'lılar tarafından bir bayrakta sen yak kampanyaları, Balıkesir’deki provokasyon, üniversitelerimizde(Çukurova Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Dicle Üniversitesi, İTÜ…) açık bir şekilde yapılan PKK propagandaları federasyon, demokrasi, özgürlük safsataları, Kuzey Irak’ta kurulan fiili Kürt devleti...Bu filmin kareleri tanıdık, aktörleri tanıdık. Tüm eski oyuncuların, figüranların ve patronları emperyalistlerin perdeleri inmiştir ve inmektedir...
Onun için çok açık bir şekilde söylenebilir ki, bugün ülkedeki terörün amacı Türk'ü devlet olmaktan çıkarmaktır Eğer Türk düşmanı iseniz amacınız, Türk’ün varlığını ortadan kaldırmaksa, bilesiniz ki, kendi canınızı ve varlığınızı hedeflemişsinizdir.
Çünkü hala bu ülkede Ne Mutlu Türküm diyen birileri var. Çünkü, “Ne Mutlu Türküm Diyene”, diyebilmek emperyalizme, kula kulluğa, adaletsizliğe, köleliğe, onursuzluğa, karşı bir haykırıştır. Adaletin, asaletin ve insanlığın haykırışı.
Ne Mutlu Türküm Diyene diyebilmek, birliğin gücünü, emperyalizmin yüzüne şamar gibi indirmektir.

” Ne Mutlu Türküm Diyene” diyebilmek ALLAH var şeriki yok, kula kulluk yok demektir.
Ne Mutlu Türküm Diyene

2005

17 Ekim 2010 Pazar

Ey Susadıkça Tuz Yalayanlar!

Ey cebi dolular, yüreği boşlar,
Ey servet delisi, köhne nahoşlar,
Ey gayret damarı kesik alçaklar,
Kendisini beğenen iddialılar,
Gören olacak mı sömürdüğünüz,
Bu millet kanından doyan gününüz?
İnişli-çıkışlı davranışların, tenakuzların sebebi davasına inanmamaktır. Bocalamalar inançsızlıktan doğar. Felsefelerini “dün başka, bugün başka” sözcüğünde temellendiren eyyamcıların elleriyle hazin bir çizgiye getirildiğimizi nasıl unutabiliriz?

Damarlarındaki asil kana pranga vurulan Türk; esarete mahkûm edilmiştir. Başkalarının dikenlerini almaya giderken hep kendi güllerimizi çiğnedik. Yürekleri ve beyinleri dışardan destekli bir kısım aydın ve milletin kaderini elinde tutan beyler, kerameti; başkalarının kendi inanç sistemleri ve kültürel öğeleri dikkate alınarak kendi milletleri için kurdukları birliklerde arar oldular.

Bugün AB yolunda Türk’ü Türk yapan değerler bir bir hasıraltı yapılmıştır. Esasen AB bugün bahsedildiği ve ya zannedildiği gibi 20.yy.da kurulmuş bir medeniyet projesi değil, temelleri 30 Mayıs 1453’te atılmış, yönetim ve devlet felsefesini Roma’dan alan, dini Hıristiyanlık olan bir oluşumdur. Tarihimizin yönünü değiştirecek, yaklaşık bütün kültürel unsurlarımızda dönüşümlere ve değişimlere sebep olacak, geniş kapsamlı derin içerikli bir girişim. Bugün geldiğimiz noktada böyle bir oluşumun içinde yer almak için alınacak kararlar birkaç kişinin inisiyatifine terkedilmiştir. Ne hazindir ki AB konusunda bugüne kadar, kararlar verilirken hiçbir akademik araştırmaya, hiçbir stratejik enstitünün görüşüne başvurulmamış, Türkiye Büyük Millet Meclisine sonradan sadece bilgi verilmiş, geniş tabanlı danışmalarda bulunulmamıştır.

AB’nin 4 Haziran 2003 tarihinde çıkardığı kanunda; Lazlar, Kürtler, Çerkezler azınlık olarak kabul edildi. Halbuki Lozan’da bunlar Türk olarak kabul edilmişti. AB Türkiye’yi diğer aday ülkelerden ayrı bir statüye koymuştur. Bu statü AB’ye hiçbir zaman giremeyeceğimiz anlamına gelmektedir. AB Türk milletine gerçek manada gösterilmemiştir. Gerçekler saklanarak, bir ütopyalar dünyası kurtuluş çaresi olarak sunulmuştur. Aday adayı diye bir statü yoktur. Türkiye AB kapısına bağlanmıştır, ne içeri alınıyor ne de kapıdan kovuluyor. Çünkü Türkiye yönünü doğuya dönerse bütün hesaplar altüst olacak, Türk ve İslam âlemi ile ezilen milletlerin kaderi Türkün Liderlik, hoşgörü ve devlet tecrübeleriyle değişecektir. Türk milleti 200 senedir Avrupa kapılarında süründürülmektedir. AB Türkiye’nin tarım potansiyelini çökertmiştir. AB’nin izni olmadan Türkiye diğer devletlerle ticaret işbirliği, serbest ticaret sözleşmesi yapamıyor. Yani Kazakistan’dan mal alıp mal satamıyoruz. Türkiye ermeni soykırımını kabul etmeli, PKK ve diğer kürt örgütlerinin şiddet dışındaki eylemlerine destek verilmeli, Türkiye güneydoğudaki PKK’ya karşı yaptığı operasyonları durdurmalı, Kostantinapol’de Fener rum patrikhanesinin önü açılmalı ve mal edinme hakları verilmeli… bay ( ŞEREFSİZ ) öcalana verilen ceza ise şiddetle kınanmaktadır. AB’nin aldığı kararlar ve içyüzü kısaca bu.

AB niyetini Türkiye’ye uyguladığı dayatmalarda açık ve net bir şekilde göstermiştir. Ama nedense AB yandaşları (kapıkulları) ; Kıbrıs, Ege, Üniter yapı, Bizans’ı canlandırma çalışmaları, sözde Ermeni soykırımı dayatmaları, bağımsızlığımız, Fener Rum patrikhanesi ve ekümenlik istekleri, misyonerlik, sözde kürt sorunu( pkknın siyasallaşma çabaları) gibi konulardaki AB dayatmalarını hasıraltı yapıyorlar. AB’yi ütopyalar dünyası gibi göstermeye çalışanlar, AB üyeliğinin bu duyarlı sorunları nasıl etkileyeceği üzerinde durmuyorlar. Sanki reddeden, karşı çıkan varmış gibi sadece insan hakları ve demokrasi üzerinde duruyorlar. İşin acı yanı AB üyeliğinin bizi bu alanlarda geliştireceğini, eğiteceğini sanıyorlar. Türk Milleti ne zaman bu konulardaki hassasiyetini belirtse, suni gündemler oluşturarak milletin dikkatleri başka yerlere çekilmektedir. Sivas kongresi sırasında benzer fikirler “manda” başlığı altında tartışılıyordu. Bu da tarihin bir kez daha tekerrürü demektir.

Türk her zaman Avrupalı için “öteki” (hasım) olmuştur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bize kazandırıp emanet ettiği, Millet egemenliğine dayalı, tam bağımsız Cumhuriyetimizi Avrupalı medeniyet fukaralarının yetki ve insafına bırakmak bana sorarsanız ahde vefasızlıktır.
Bizim bizliğimiz gitti büsbütün
Nerede azamet, nerede gurur?
Dünyaya hükmeden koca Türk bugün
Batının hükmüyle oturur durur


Allah(cc)’ın sevdiği Hz. Peygamberin övdüğü Kaf dağının ardındaki büyük kahraman Türk; dün hâkim olduğu, dizliye diz çöktürdüğü, başlıya baş eğdirdiği, medeniyet fukarası ucubelere medeniyet götürdüğü topraklarda ve tarih sahnesine çıktığı Orta Asya da hiçbir söz hakkına sahip değildir. Bugün emperyalist devletlerin toplum mühendisleri eliyle ortaya konan projelerde sadece bir figüran rolünü üstüne almaktadır. Türk’ün yaşadığı topraklar binlerce medeniyeti tarihin tozlu raflarına bir bir dizerken, tarih yeniden yazıldı ve tarihi Türk yazdı. Bu topraklarda var olmak güçlü olmayı gerektirir. Hiçbir zaman bir düzenin parçası olmamış Türk Milleti, kendi düzenini her zaman kendi kurmuştur. Asil atalarımız Ergenekon’dan etraflarını saran demir dağları delerek tarih sahnesine yeniden çıkıp, yeryüzüne adaletle hükmetmeyi şiar edinmişlerdi.

Ve sen ey gençlik daha nereye kadar geriye çekileceksin! Sana biçilmiş olan kefeni ne zaman yırtacaksın. Milli ve manevi hassasiyeti yüksek Türk Milleti! Yarın tekrar doğması mümkün “açmazlardan” bugün alınacak kanuni tedbirlerden ziyade, senin hasbi ve namuskâra-ne müdahalenle kurtulabiliriz. Titre ve kendine dön!


Ne Mutlu Türk’üm Diyene!

Ne Mutlu Yavuz’un Hiddetinde Yunus Olabilene!

Kanayan Yaram Olsa Gerek!

Ey Lefkoşe, kalmış bize ancak bir ucun;
Gitmiş yarıdan fazlası on bir burcun…
Elden çıkacak yavaş yavaş eldeki de
Gülmezse bugün yarın mukadder yolcun.


Rüzgarın uğultusu gecenin karanlığına musiki tadı katıyordu. Kimsesiz kaldırımlarda tek başınalığın tadını çıkarırcasına yürüdü. O yürüdükçe kaldırımlar büyüyor, yol alabildiğine uzuyordu. Karanlık ruhunu kaplarcasına bütün etrafı sarmış, onu tarifi mümkün olmayan duygular içerisinde geçmişin o izbe köşelerine doğru sürüklemenin tadını çıkarıyordu. Geçmiş; çok uzak bir kavram değildi onun ruhuna. Sanki o anları tekrar tekrar yaşarmışçasına bütün bedeni akıl almaz bir biçimde titriyordu. Sahi ne olmuştu, onun ruhunda bu kadar derin izler bırakan neydi?
Ardı arkası kesilmeyen sorular sigarasının dumanında bir bir kayboluyor, sonra her nefeste tekrar bütün ruhuna doluyordu. Daha ne kadar devam edecekti bu sonu meçhullerle biten düşünceler. Kader en acı oyununu ona mı oynuyordu? En çokta karanlığı seviyordu ve kimsesiz kaldırımları. Bir tek onlar anlıyordu ızdırabını, çünkü aynı kaderi yaşıyorlardı. Gecenin bitmesini hiç istemiyordu. Güneş etrafı aydınlatırken onun ruhunu karartıyor çilelerin en büyüğünü ikram etmenin sevinciyle bütün insanları neşelendiriyordu. Bir ara kadınını hatırladı ve aslan parçası oğlunu…
"
Gül bahçelerinde vardı gülden bir kız
Duydum, ki güzel düşüyle kalmış yalnız!
Ey Kıbrıs’a yollanan uçaklar, benden
-Allah için olsun-ona-bir gül atınız! "


Onları ne zaman hatırlasa topal bacağı ve kopan kolu kabus gibi bütün ruhunu ilmik ilmik sarıyor, göz pınarları çağlayanlara inat akışların en güzeliyle yanaklarından toprağa bir bir akıyordu. Ne yapıyorlardı acaba, belkide cennetten onu izliyorlardı, kim bilir belki de Allah’a dua

ediyorlardı onun için. Oğlunun kanlar içerisindeki körpecik bedenini hatırladı ve saçlarına dokunmaya kıyamadığı, gözlerine bütün dünyayı feda edebileceği yarini…
Savaş biteli otuz yıl olmuş, fakat Mehmet Çavuşun içindeki savaş hala bitmemişti. Kollarında kaç tane aslan can vermişti. Kaç yürek yangını ruhunun bütün izbe köşelerini sarmıştı. Anavatanı, Anadolu’yu ölmeden önce bir görsem diye geçirdi içinden… Acaba orada ki insanlarda bu kadar vurdum duymaz olan bitenden habersiz miydi? Neydi bu insanları bu kadar değiştiren. Sanki o kabus gibi anları bu millet yaşamamıştı yada yaşayanlar bunlar değildi. Vatan, Bayrak ve Hürriyet için Urumla savaşılmamış mıydı, katliamlara son vermek için binlerce yiğit toprağa girmemiş miydi? Bütün bunlar nasıl unutulur aklı almıyordu. Neden bu insanlar ona düşman gibi bakıyorlardı, bir kolunu ve bacağını onların geleceği için vermiş olması suç muydu? Bir şeylerin yanlış gittiğini biliyordu, ama yanlış olan o muydu yoksa geçmişini unutup heva ve heves uğruna Vatan denen nazlı gelini pazarlayanlar mı? İçinden çıkılmayacak derecedeki soru yağmuru Ezan sesiyle duruldu. Sabah namazını kaçırmamak için adımlarını hızlandırdı. En huzurlu olduğu an bu an olsa gerek. Camide kimse kalmamıştı ondan başka. Nasırlı ellerini semaya açmış duaların en güzelini Rabbine ısmarlamanın huzuruyla yavaş yavaş oradan ayrıldı.
"Artık ne sefer var, ne zafer talibiyim
Madem ki şu hür ülkelerin sahibiyim…
Lakin bana söyleyin ey çocuklar;
Kendi yurdumda, neden, böyle misafir gibiyim "

8 Ekim 2010 Cuma

Öyle çok sevmeyeceksin

öyle çok sevmeyeceksin bir kızı
bir gün hayatından çekip gider
kanar
sevgiyle atan kalbin

öyle çok sevmeyeceksin
çiçekleri
bir gün solar, kokusu gider
hüzünlenirsin her hazanda

öyle çok sevmeyeceksin ayakkabılarını
bir gün kaybedersin ayaklarını
üzülürsün yürüyemediğin yollarda

öyle çok sevmeyeceksin güneşi
her
gece karanlık çökünce
korkarsın karanlığın sesinden

öyle çok sevmeyeceksin ayı
seherle birlikte güneş doğarsa
yıkılır ayla birlikte kurduğun hayaller

öyle çok seveceksin ki ONU
bir kıza baktıgında onu göreceksin
ve o kız hiç gitmeyecek hayatından

öyle çok seveceksin ki ONU
bir çiçeği kokladığında seher vakti
bir b
aşka kokacak sana

öyle çok seveceksin ki ONU
ayaklarını kaybetsen de yürüyeceksin
kimsenin yürüyemediği yollarda

öyle çok seveceksin ki ONU
her
gece güneş giderse sessizce
sevginle aydınlanacak zemheri karanlıkları

öyle çok seveceksin ki ONU
aya baktığında onu göreceksin
seherle birlikte ona kavuşacaksın
baktığın her nesnede ve aldığın her nefeste

öyle çok seveceksin ki ONU
sonsuzluğa ulaşacaksın
sevginle
mahluk iken eşref olacaksın
ve sen artık eşref_i mahlukatsın

Bogazda bir akşam vakti

Boğazda bir akşam vakti...
çaylar deminde
sohbet deminde
hasret deminde
vuslat deminde

Bogazda bir akşam vakti
bir
dost bakışı, bir dost kelamı
hasret giderir yorgun yürekler

Bogazda bir akşam vakti.
saatin tiktakları yorulmuş
vakit hayli ilerlemiş

Bogazda bir akşam vakti
karanlıga volta vuruyorum

gece olmuş asra bedel
dalgalar hırcın
hava soguk üşüyor ellerim...

-Başlıksız-

aklım sende ben sende
gece sende gün sende
sevilmiş ve sevilen sende
görülmüş ve görülen sende

ar namus iffet sende
sır hayal gerçek sende
aşık maşuk sevda sende
sevilmiş ve sevilen her dem sende

sende tüm umutlarım
sende tüm sevdalarım
sende tüm kavgalarım
sende tüm hülyalarım

ve şimdi...
...sen bende ben sende

6 Ekim 2010 Çarşamba

Taş medrese

yalnızlığın ölüm sessizliğinde
geceyi yaşıyorum
yaşayan
gece mi ben miyim
geçmişi düşünüyorum
sonu gelmeyen kavgalar
sıkılan yumruklar
dört duvara kıyılmış bir
nikah
kelepçeden bir yüzük
sonsuzluğa duyulan bir hasret
pusatlanmış çirkin adamlar
ranzamın zulasında sakladığım umutlar

ne demir parmaklıklar
ne taş duvarlar
zamanın ötesinde
bende içre ülkü adlı bir yar

saatin tik takları
sararken tüm bedenimi

zaman yerini hüzne bırakıyor
kanlanmış
gözler
son sigaramı yakıyorum
sigaramın dumanı ,

ve gece benden kaçıyor
geride kalan sadece umutlar
bir de ben
tek başınayım

bir
gece vardı dertleştiğim
ve sabahı hiç beklemediğim

anda sen yoksun

usulca gelen bir ölüm
çirkinleşmeden
ansızın yağmış bir ölümün
usul usul
bir daha görülmesi imkansız

çiçeklere açılıvermesi

ve ölümle birlikte
ölmeden önceki
güzelliğini
kat kat katmerleştirmesi
tıpkı bir sarı gülün
seherden gün doğuşuna
gizlice açılıvermesi

ve
o gizli
güzelliğin bir an
gözlerime doluvermesi
o gün, o saatte
ölümle birlikte
bir daha çıkmaması

gülçehrem

sessizliklerden çiçeklenmiş
serin, güven verici bir tebessüm dünyasında
ığıl ığıl serilmiş saçların rüzgarlanması
kaşların en
güzelinden ay çiçeklerine açık gözler
süzme bir yüz
dar bir düğmeden çekilmiş öpülesi bir burun
selvilerin salınışında seken bir endam
güllerin kokusunda uyanan ufacık adımlar
sesinde tebessüm gizli
sümbüllerde buğulanmış nefesler
gülçehrenden beslenen bir dünya
gülçehrenden rengini almış bir gökyüzü

gözlerimde hala gülçehreni yaşıyorum

beş katlı evin altıncı katı

beş katlı evin altıncı katı
bir
sevgi, bir sevgili
umursanmamış bir
aşk
ölüme yolcu bir aşık
aşktan habersiz bir maşuk
ve hüzünlü veda
zaman
iki başlı ejderha
alıp götürdükleri
tatlı bir hatıra

nafile bir bekleyiş
ve bir raslantı
giden
sevgili
hayal mi gerçek mi
ısrarlı bir yolculuk
aşık önde maşuk arkada
bir ev, tam beş katlı
bir asansör, altı kata ayarlı

aşık altıncı katta
maşuk beşinci katta
ev beş katlı

beş katlı evin altıncı katı
iki aşık, geri gelmeyen
zaman
ölümün götürdükleri
bugünün getirdikleri
mahşere kalan vuslat
aşka duran dem

bir eyvah, bir farkındalık
bir yolculuk iki aşık

...sana birgün döneceğim

kanlı gözlerimde ülkülerim
sıkılan her yumrukta kavgalarım
ve bir de sen
kalbimin zulasında yaşayan sen
herkesten gizlediğim yanım olan sen
ve
gözlerine bakmaya doyamadığım sen
bekle beni
sevgili
sana birgün döneceğim

sigaram, çayım ve bir saatlik uykum
seni bir dem olsun görmenyi hayal edip
kimbilir kaç
gecede kaç hayale dümen kırıp
ve dahası sensiz geçen her güne veda edip
bekle beni
sevgili
sana birgün döneceğim

UYKU

en güzeli
uyumak
unutarak
lakin neyi?
bir çok şeyi!
var olmayı en başında
geçmiş gitmiş
zamanı
hatta gelecek
zamanı

uyku
insanı kötülemeyen ölüm
uyku
zamanın değirmeni

ve O Gitti

su
can verirken tüm hayata
rabbimin emriyle
rüzgar olur, toprak olur
ademde şekillenirken insan
ruhun ebedi nazargahtaki bakışı
cana can katar
meleküt aleminde

ruhun
ezeli kavgasında nefisle
canlar çarpışır gizliden
yollar
iki cihan serveri ile nurlanırken
insan nurları izler
yesevinin nazarlı bakışları
cezbederken ruhumu ve bedenimi
sözlerinde feyizlenirim
başbuğumun sır dolu sözleri açılırken
seyidlerimde teselli bulurum
sahte yüzler gülerken

ey yiğidim;
sözlerin sükuna erdiği yerde
bakışlar nazar kılar
saf yüreklere enginlerden
ve
zamandan ayrılma vakti gelince
şiirlerin ve sohbetlerin dilinde anın bizi

gavs_ı azamların yolundaki nur
ezeli dünyanın sırrını taşır
insanlardan habersiz
ve
sizler bizi dualarda anın gönülden
ister insan ol ister hayvan
yerin sanadır oğul

unutma
zaman bitiyor...

bir an...


sabah güneş doğarken
bir çift
göz
ilk ışık, ilk sigara
uyku
bir saatlik ara

zaman
saatin tiktakları
hayatın zikzakları
zemheri bir karanlık

sevgili
şimdi çok uzakta
özlem
vuslata atılan volta
hayat
kanlı
gözler
bir bardak çay
bir de sigara